29.11.2012

ÜÇ




            Karşılıklı bir masadayız. Sağdan soldan tütsü dumanları yükseliyor. Nereden geldiğini anlamadığım –muhtemelen birkaç yerden- kırmızı tonlu ışıklar var oldukça kısık. Masada dolu bir türk kahvesi, soldan masaya yayılmış tarot kartları, iki zar, bir kemik parçası, karşımda bir falcı, takıları, gözlerindeki sürme, taştan örme- koyu kahve duvarlar… Hemen masanın yanında yerde bir karakedi kendini yalıyor.
“Kahveni neden içmedin?” diye soruyor.

Kahvemi neden içmedim? Kahvemi içmeliydim, ters çevirmeliydim, telve rastgele akmalıydı, o da oluşan bu rastlantısal şekillere bakarak geleceğimi söylemeliydi ve sonra ben de parayı ödemeliydim. Bunlar olabilirdi. Ben falcıya gelmeyebilirdim. Bu da olabilirdi. O gitmeseydi, dünyam yıkılmasaydı, ayaklarım kırılsaydı ya da bir mucize olsaydı, buraya gelmek zorunda kalmazdım.
“Sorun bu değil.” Dedim hızlıca.

Karakedi kendini dehşetle yalamaya devam ediyordu. Karnını, apış arasını, bacaklarını, ellerini… Hızını alamıyor yerleri de yalıyordu. Sanki yalaya yalaya o küçük diliyle dünyanın bütün kirini pasını temizleyebileceğini iddia ediyor. Aklıma direkt bir ev kadını geldi. Bir elinde fısfıs, diğer elinde toz bezi, kafasında rambo bandanası. Düşman mikroplarla savaşıyor. Kendine mikro düşmanlar var ediyor ve yine kendine dünyanın dengesinde bir rol biçiyor. Çocuklarının ve biricik kocasının başlarına gelebilecek görünmez tehlikelere karşı amansızca bir mücadele veriyor. Sonra akşam hep beraber mandalina yiyip haberleri izliyorlar. “35 yaşındaki ev kadını E.A. düşmanlara karşı istikrarlı bir şekilde savaşmaya devam ediyor. Bugün 4 mikrop etkisiz hale getirildi!” Devletler de böyle. Kendilerine görünür ve görünmez düşmanlar yaratır. Bunlar iç ve dış diye ikiye ayrılır ve onlarla amansızca savaşılır. Kimse, hiçbir devlet, kendini gereksiz görmek istemez. Onu yıkmak isteyen düşmanlar var ve bu da bir varlık gerekçesi. Boş boş oturacağına al eline fısfısla toz bezini yürü sipere! Mikroplar için kötü haber! Sizce de komik değil mi?
“Bak ben falcı değilim” dedi. “Biliyorsun.”
Bak bu gerçekten muhteşem bir haber.
“Ben medyumum ve kahveye ihtiyacım yok.”
“Gerçekten hiçbir şeye ihtiyacın yok mu?”
Kafasını eğip, masaya baktı bir süre, sonra aniden kaldırıp şöyle dedi:”Terk edilmeyi neden kafana takıyorsun bu kadar. İlk terk edilen sen değilsin.”

Bu gerçekten şaşırtıcı oldu. Üç harfli beş bacaklılar beni dehşete düşürüyor.

“Sorun bu değil.”
“Sorun ne o halde? Neden buraya geldin? Neyi öğrenmeye geldin?”
“Sence insanlar buraya bir şeyler öğrenmeye mi geliyorlar?”
“Genelde. Gelecekleriyle ilgili bir şeyler.”

İnsanlar böyledir işte. Bütün gereksiz ayrıntıları bilmek isterler böyle. Yani göz dediğin şeyin çalışma prensibi ışığa duyarlılıkla ilgilidir. Foton gözden hareket eder, nesneye çarpar ve geri döner. Böylece o nesneyi görürsün. Bu birkaç milisaniyelik bir işlemdir. Yani her gördüğün şeyin birkaç milisaniye öncesini görüyorsun. Geçmişe bakıyorsun sürekli. Anını göremeyen biri neden geleceğini merak eder ki! “Gelecekte çok param olacak”, çok da sikimde.
            “Evet?” dedi suratıma bakarak.
            “Bir kere terk edildiğinde, eğer seviyorsan dünyan yıkılır, hayatın kararır. En azından öyle düşünürsün. Ama aynı kişi tarafından ikinci kez terk edildiğinde bunların hiç biri olmaz. Bu sefer için, tarif edilemez bir enayilik duygusuyla dolup taşar. Çok can sıkıcı bir şeydir bu. Gerçekten.”
            “Çok mu sıkılıyor canın?” Alaycı sormuştu.
            “Evet, canım.”
            “Canım” lafı yüzünü buruşturdu.
           
“Bak” dedi. Böyle bir giriş yapılıyorsa ciddileşmenin vakti geliyor demektir. Aksi halde küfürle karşılaşabilirsiniz. “Şu an bir işteyim. Çalışıyorum yani. Ve sen bana işimi yaptırmıyorsun, açıkça bunu istemiyorsun. Neden geldiğini de söylemiyorsun. Yapabileceğim bir şey varsa söyle yoksa lütfen meşgul etme daha fazla beni. Para mara da istemez.”
           
“Sorun bu değil.”
           
“Sorun ne amına koyayım!” Gözlerinden alev çıkıyordu. İnce boynunu büktü, kısacık saçları titredi. Mor bir damar gördüm yüzünde.
           
“Seni çileden çıkarabildiğim için gerçekten memnunum. Bu hala hayatta olduğumu hissettiriyor. İyi geldi.” Gülümsedim. O ise hala sert sert suratıma bakıyordu. “Peki tamam.” Diye devam ettim. “Gidiyorum. Zaten birisi bana “git” dediğinde ya da hayatımdan çıkmanı istiyorum dediğinde hiç sorun çıkarmamışımdır. Belki de sorun budur. Belki de ortalığın amına koymalıyımdır. Ama işte mizaç meselesi. Prensipleri olan bir insanım sonuçta. Gerçi sen bunları biliyorsun. Sen her şeyi biliyorsun, hahaha!.”
           
Kendimi kontrol edemedim gerçekten. Bastım kahkahayı. Sizce de komik değil mi?
           
“Ne gülüyorsun!”
            “Her şeyi bilmek de sıkıcı olmalı, hahaha!”
            “…” Cevap vermeden durdu. Yaklaşık bir otuz saniye birbirimize baktık.
           
“Tamam, gidiyorum. Biliyorsun daha önce de gittim. Peki, gitmeden izin ver şunu sorayım. Birinin üçüncü kez dönmesi için yapılabilecek bir şey yok mudur?”
           
“Bilmiyorum. Belki de hiçbir şey. Yani gelirse gelir.”

Olacak şeyler olur. Olmayacak şeyler de olmaz. Hep böyle olmuştur. Yani ne yapalım, çare yok. Büktüm omzumu. Bir sigara yaktım. Sigara bana çok yakışır. Zaten bu yüzden başladım. O da suratıma baktı dikkatlice. Bir de süzdü. Kesin çok etkileyici görünüyordum.
           
“Burada yasak!” dedi.

Kalktım. Kapıya yürüdüm. Aklımdan bir sürü şey geçiyordu. Ortalığı yerle bir edebilirdim. Rahatlardım da. Ama olmadı. Yapamadım. Mizaç işte. Tam çıkarken döndüm. “Ben gerçekten enayi bir kadınım.” dedim, “üçüncü kez terk etmek istersen ara.” Anlamsıca baktı. Sizce de komik değil mi?