Karşılıklı
bir masadayız. Sağdan soldan tütsü dumanları yükseliyor. Nereden geldiğini
anlamadığım –muhtemelen birkaç yerden- kırmızı tonlu ışıklar var oldukça kısık.
Masada dolu bir türk kahvesi, soldan masaya yayılmış tarot kartları, iki zar,
bir kemik parçası, karşımda bir falcı, takıları, gözlerindeki sürme, taştan
örme- koyu kahve duvarlar… Hemen masanın yanında yerde bir karakedi kendini
yalıyor.
“Kahveni neden içmedin?” diye
soruyor.
Kahvemi neden içmedim? Kahvemi
içmeliydim, ters çevirmeliydim, telve rastgele akmalıydı, o da oluşan bu
rastlantısal şekillere bakarak geleceğimi söylemeliydi ve sonra ben de parayı
ödemeliydim. Bunlar olabilirdi. Ben falcıya gelmeyebilirdim. Bu da olabilirdi.
O gitmeseydi, dünyam yıkılmasaydı, ayaklarım kırılsaydı ya da bir mucize
olsaydı, buraya gelmek zorunda kalmazdım.
“Sorun bu değil.” Dedim hızlıca.
Karakedi kendini dehşetle
yalamaya devam ediyordu. Karnını, apış arasını, bacaklarını, ellerini… Hızını
alamıyor yerleri de yalıyordu. Sanki yalaya yalaya o küçük diliyle dünyanın
bütün kirini pasını temizleyebileceğini iddia ediyor. Aklıma direkt bir ev
kadını geldi. Bir elinde fısfıs, diğer elinde toz bezi, kafasında rambo
bandanası. Düşman mikroplarla savaşıyor. Kendine mikro düşmanlar var ediyor ve
yine kendine dünyanın dengesinde bir rol biçiyor. Çocuklarının ve biricik
kocasının başlarına gelebilecek görünmez tehlikelere karşı amansızca bir
mücadele veriyor. Sonra akşam hep beraber mandalina yiyip haberleri izliyorlar.
“35 yaşındaki ev kadını E.A. düşmanlara karşı istikrarlı bir şekilde savaşmaya
devam ediyor. Bugün 4 mikrop etkisiz hale getirildi!” Devletler de böyle.
Kendilerine görünür ve görünmez düşmanlar yaratır. Bunlar iç ve dış diye ikiye
ayrılır ve onlarla amansızca savaşılır. Kimse, hiçbir devlet, kendini gereksiz
görmek istemez. Onu yıkmak isteyen düşmanlar var ve bu da bir varlık gerekçesi.
Boş boş oturacağına al eline fısfısla toz bezini yürü sipere! Mikroplar için
kötü haber! Sizce de komik değil mi?
“Bak ben falcı değilim” dedi.
“Biliyorsun.”
Bak bu gerçekten muhteşem bir
haber.
“Ben medyumum ve kahveye
ihtiyacım yok.”
“Gerçekten hiçbir şeye ihtiyacın
yok mu?”
Kafasını eğip, masaya baktı bir
süre, sonra aniden kaldırıp şöyle dedi:”Terk edilmeyi neden kafana takıyorsun
bu kadar. İlk terk edilen sen değilsin.”
Bu gerçekten şaşırtıcı oldu. Üç
harfli beş bacaklılar beni dehşete düşürüyor.
“Sorun bu değil.”
“Sorun ne o halde? Neden buraya
geldin? Neyi öğrenmeye geldin?”
“Sence insanlar buraya bir şeyler
öğrenmeye mi geliyorlar?”
“Genelde. Gelecekleriyle ilgili
bir şeyler.”
İnsanlar böyledir işte. Bütün
gereksiz ayrıntıları bilmek isterler böyle. Yani göz dediğin şeyin çalışma
prensibi ışığa duyarlılıkla ilgilidir. Foton gözden hareket eder, nesneye
çarpar ve geri döner. Böylece o nesneyi görürsün. Bu birkaç milisaniyelik bir
işlemdir. Yani her gördüğün şeyin birkaç milisaniye öncesini görüyorsun.
Geçmişe bakıyorsun sürekli. Anını göremeyen biri neden geleceğini merak eder
ki! “Gelecekte çok param olacak”, çok da sikimde.
“Evet?”
dedi suratıma bakarak.
“Bir kere
terk edildiğinde, eğer seviyorsan dünyan yıkılır, hayatın kararır. En azından
öyle düşünürsün. Ama aynı kişi tarafından ikinci kez terk edildiğinde bunların
hiç biri olmaz. Bu sefer için, tarif edilemez bir enayilik duygusuyla dolup
taşar. Çok can sıkıcı bir şeydir bu. Gerçekten.”
“Çok mu
sıkılıyor canın?” Alaycı sormuştu.
“Evet,
canım.”
“Canım”
lafı yüzünü buruşturdu.
“Bak” dedi. Böyle bir giriş
yapılıyorsa ciddileşmenin vakti geliyor demektir. Aksi halde küfürle
karşılaşabilirsiniz. “Şu an bir işteyim. Çalışıyorum yani. Ve sen bana işimi
yaptırmıyorsun, açıkça bunu istemiyorsun. Neden geldiğini de söylemiyorsun.
Yapabileceğim bir şey varsa söyle yoksa lütfen meşgul etme daha fazla beni.
Para mara da istemez.”
“Sorun bu değil.”
“Sorun ne amına koyayım!”
Gözlerinden alev çıkıyordu. İnce boynunu büktü, kısacık saçları titredi. Mor
bir damar gördüm yüzünde.
“Seni çileden çıkarabildiğim için
gerçekten memnunum. Bu hala hayatta olduğumu hissettiriyor. İyi geldi.”
Gülümsedim. O ise hala sert sert suratıma bakıyordu. “Peki tamam.” Diye devam
ettim. “Gidiyorum. Zaten birisi bana “git” dediğinde ya da hayatımdan çıkmanı
istiyorum dediğinde hiç sorun çıkarmamışımdır. Belki de sorun budur. Belki de
ortalığın amına koymalıyımdır. Ama işte mizaç meselesi. Prensipleri olan bir
insanım sonuçta. Gerçi sen bunları biliyorsun. Sen her şeyi biliyorsun,
hahaha!.”
Kendimi kontrol edemedim
gerçekten. Bastım kahkahayı. Sizce de komik değil mi?
“Ne gülüyorsun!”
“Her şeyi
bilmek de sıkıcı olmalı, hahaha!”
“…” Cevap
vermeden durdu. Yaklaşık bir otuz saniye birbirimize baktık.
“Tamam, gidiyorum. Biliyorsun
daha önce de gittim. Peki, gitmeden izin ver şunu sorayım. Birinin üçüncü kez
dönmesi için yapılabilecek bir şey yok mudur?”
“Bilmiyorum. Belki de hiçbir şey.
Yani gelirse gelir.”
Olacak şeyler olur. Olmayacak
şeyler de olmaz. Hep böyle olmuştur. Yani ne yapalım, çare yok. Büktüm omzumu.
Bir sigara yaktım. Sigara bana çok yakışır. Zaten bu yüzden başladım. O da
suratıma baktı dikkatlice. Bir de süzdü. Kesin çok etkileyici görünüyordum.
“Burada yasak!” dedi.
Kalktım. Kapıya yürüdüm. Aklımdan
bir sürü şey geçiyordu. Ortalığı yerle bir edebilirdim. Rahatlardım da. Ama
olmadı. Yapamadım. Mizaç işte. Tam çıkarken döndüm. “Ben gerçekten enayi bir
kadınım.” dedim, “üçüncü kez terk etmek istersen ara.” Anlamsıca baktı. Sizce
de komik değil mi?