Bir aralar bir meyhanede işe başlamıştım, para kazanmak, hayatını sürdürmek için insanlar çalışırlar. Aynı süreçte okulu idare ediyordum ve bir gazete çıkarılacaktı ben de onun çalışmalarına katılıp üzerime düşeni yapıyordum. Garsonluk işinden pek anladığımı söyleyemem. "Garsonlukta da ne var allasen?" diye sorduğunuzu duyar gibiyim(bizler duyar gibi olmakla meşhuruzdur). Onun da kendine göre kuralları, ritüelleri, belli bir düzeni vardır. Kaşıklar nerede toplanır nereye konur, çatalların ki, bıçakların ki ayrıdır, bardakların belli bir silme biçimi vardır, bardak nasıl müşterinin önünde açılır, tepsi nasıl taşınır, müşteriye nasıl servis yapılır, önden hangisi verilir(için fesat!)? Mezesidir, bulaşığıdır, barıdır...hepsini bilmek zorundasın. Bir eleman eksik olduğunda onun yerini doldurabilmelisin. Ben başladıktan bir kaç gün sonra bulaşıkçı işi bıraktı. Komi zaten yoktu. Bunlara da ben koşturuyordum. Dolayısıyla yoruluyordum. Bir yandan okul, bir yandan gazete, bir yandan iş... Neyse efenim, kısa bir süre sonra bir bulaşıkçı alınmaya karar verildi. Ben de bayağı rahatlayacaktım. Çünkü içlerinde en zor geleni bulaşıktır. Aşırı bir teknik bilgi istemez. Açıkçası lokanta, meyhane vb gibi müesseselerde bulaşık meselesine çok önem verilmez. O tabaklar, kaşıklar öyle sandığınız kadar temiz değil! Ama daracık bir yerde ayaktasındır ve daima bulaşık gelir. Hiç bitmez. Kendine kendine ufak eğlenceler bulursun, köpükle oynamak, mezeciye laf atmak gibi, yoksa sıkıntıdan patlarsın, seni asıl yoran sıkıntı olduğunu farkedersin bir süre sonra. Gelen çocuk benden 7-8 yaş büyüktü. Karadenizli, göbekli, pembe yanaklı, az sakallı-yarı köse denebilir-, sürekli güleç bir tipi olan ama oldukça az konuşan biriydi. Aramız fena değildi, bir benimle sohbet ediyordu. İşini yapıyor, yoruluyor, oradaki en düşük yevmiyeyi alıyordu ve hiç şikayet etmemişti. Evlenmemiş, ailesiyle yaşıyordu. Yoksul bil aileden olduğunu anlamak için dahi olmaya da hiç gerek yoktu. Sürekli sırıttığından, komik bir şey olduğunda ağzını açar otuziki dişini göstere göstere göbeğini oynatırdı. Kahkaha attığını hiç görmedim.
Normalde bizim çalışırken bir şey yememiz yasaktır. Ancak o mutfakta ve biz de muhabbetteydik. Köfteleri, satır etleri araklar altta bir tabakta bana saklardı. Bende birer ikişer gidip gidip yutardım. Sonra gel zaman git zaman, artık gazete çıkmaya yakın, gazetede işler yoğunlaştı ve ben ayrılmak durumunda kaldım. Çünkü paradan daha mühim şeyler vardı.
Meyhane, gazete bürosuna yakın olduğundan ara ara uğruyordum. Bir aralar muhabbet ederken herkes bizim bulaşıkçıdan bahseder olmuştu."Çok şanslı adam, vesselam" deyip duruyordu herkes. "Nedir bu işin aslı?" diye beraber çalışmış olduğum garson arkadaşa sordum, "Çok yetenekli, acaip şanslı. Bütün sokağı zengin etti." Bütün sokak dediği de sokaktaki dıger bar ve meyhanelerin garsinları. "Bahis oyununda her hafta bir sürü maç biliyor ve biz de zengin olduk neredeyse, maç günleri burada kuyruk oluyor." Evet, öyle ki bütün sokak çalışanları haftalıklarından daha çok kazanır olmuşlardı. "Ben hesap açtım, her kazandığımı oraya atıyorum, tatile gideceğiz hatunla." Düşünün birikim bile yapıyorlardı. Ben de bir taraftan gazete işlerine koştururken diğer taraftan bizim bulaşıkçıya düzülen methiyeleri dinleyip şaşırıyordum. "Bizim bulaşıkçı mı, ikiyüz elli lira mı?", "Ya sorma çok iyi adam", "Peygamber gibi yahu", "Çok şanslı", "Evet evet, bu kadarı da pes."
Bir gün onunla denk geldik, ben peygamber görmüş edasındaydım, "Sen de köşeyi döndün ha" dedim. Otuz iki dişini açarak sırıttı. Çünkü bulaşıktan az kazanıyordu ve şimdi anlatamayacağım nedenlerden paraya ihtiyacı vardı. "Yok ya ben oynamıyorum." Aynı senin gibi okurcuğum, ben de şaşırdım. "Neden?" diye sordum. "Haram para bize olmaz be" dedi. Bir daha şaşırdım. Devamını getiremedim. Omzuna vurdum, o yine otuz iki dişiyle evliya misali sırıttı. Anlamaya çalışıyordum ama olmuyordu. Düpedüz enayilikti bu. Bir şey de diyemiyordum. Bir süre sonra gazete ekonomik olarak batmanın eşiğine gelmişti ve yayına ara vermek zorunda kaldık. Ben de o boşlukta sokakta gezereken, meyhanenin önüne geldim. Kapalıydı. Yan taraftaki meyhanenin garsonuna sordum "Ne iş?" diye, "Ha, ora mı? Yav garsonlar parayı vurup işten ayrıldı, gelen de parayı kapıp ayrıldı, mekan da işlemez olmuştu. Kaç gündür de açmıyorlar.", "Olan bizim bulaşıkçıya oldu" diye geçirdim içimden. "O ne yaptı?" diye sordum bu sefer "Ya o peygamber gibi adam" dedi, otuz iki dişimi açıp sırıttım. "Çok şanslı adam vesselam, çook" dedi.
(Tamamen kurmacadır.)
HÜLAGÜ LEBLEBİ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder